ABD-NATO ile Rusya'nın olası savaşında ön cephe ülkeleri kimler?

 

 

 

 

 

 

Emre Kose

 

Çevirmenin notu: RAND Corporation, pek çok örnek olayda da görüldüğü üzere, Amerikan dış politikasını fiilen yazan güçlü bir think-tank kuruluşu. Kurum, 2019 yılında Rusya’yı genişletmek, avantajlı zeminden rekabet başlıklı bir çalışma yayımladı ve bu çalışmada, ABD’nin Rusya’yı nasıl zorlayabileceği ve zayıflatabileceği toplam 354 sayfa boyunca detaylı biçimde sıralandı. Son yıllarda yaşanan hadiseler, RAND’ın “önerdiği” neredeyse her şeyin uygulandığını gösteriyor.

 

RAND, 2019’da net bir sonuca varmış, bunları ABD’nin Ukrayna’daki hedefleri yaptırımlarla Rusya’nın ekonomisini çökertmek, tecrit etmek ve mümkünse Rusya’yı Ukrayna’da askeri bir yenilgiye uğratmak şeklinde sıralamıştı.

 

Ayrıca RAND, bu yılın ocak ayında tüm bu hedeflere ulaşılamadığını ve öngörülebilir gelecekte de ulaşılamayacağını belirtti. Kuruma göre ABD, Rusya’ya karşı, “belirlediği hedeflere ulaşamayacağı ve son derece maliyetli bir vekalet savaşında sıkışıp kaldı.” RAND, ABD’nin Ukrayna’yı desteklemeye devam etmenin ABD’ye fayda sağlamadığı gibi kendi adına yıkıcı olduğunu da açıkça ifade etti.

 

Dolayısıyla RAND, “Ukrayna macerasından bir çıkış yolu aranmasını” tavsiye ediyordu. İlerleyen aylarda da tam olarak bunun yaşandığı görülebilir, zira bugün Rusya ile müzakerelerden bahsediliyor, hatta eski Ukrayna topraklarının Rusya’ya bırakılması bile önerildi ve Moskova’nın askeri müdahalesinin ana nedeni olan Kiev’in NATO üyeliği fiilen masadan kalktı. Bu tam da RAND’ın ocak ayında Rusya ile yıkıcı vekalet savaşını sona erdirmek üzere önerdiği şeydi.

 

Görünen o ki ABD ve NATO müttefikleri, Rusya ile beklenenden daha hızlı bir şekilde “üzerinde müzakere edilmiş bir çözüm” bulunması konusunda baskı altına giriyor. Ve bir mesele de şu ki Ukrayna’nın askeri gücü tükenmişe benziyor, zira başarısız karşı taarruz on binlerce Ukraynalı askere ve Batı silahına mal oldu.

 


 

Rusya’nın askeri düşüncesi

Ola Tunander

3 Haziran 2024

[Bu makalenin daha kısa bir versiyonu, 1 Haziran 2024 tarihinde İsveç internet dergisi Parabol’da yayımlandı. Benzer konuları ele alan erken bir makale ise 4 Mart 2024’te Norveç dergisi Nordnorsk debatt’ta (Nordlys gazetesine ait) yayımlandı. İskandinav ülkelerinde, Rusya’nın askeri düşüncesinin anlaşılması, Amerika Birleşik Devletleri’ne İskandinav ülkelerinde önemli bir askeri varlık sağlayan yeni DCA anlaşması nedeniyle özel bir önem taşıyor].

 

Rusya için Ukrayna’yı işgal etmek, toprak fethetmek ya da bir halkı boyunduruk altına almak söz konusu değildi; Sovyetler Birliği’ni ya da Rusya İmparatorluğu’nu yeniden kurmak da. Amacı, Rusya’nın bir devlet olarak varlığını güvence altına almak için “tarafsız bir tampon bölge” oluşturmaktı. Rusya için varlığını sürdürebilmek adına bir tampon bölgeye sahip olmak hayatidir. Aynı sorun Kuzey Avrupa için de geçerlidir. Soğuk Savaş döneminde, İsveç ve Finlandiya’nın neredeyse tarafsız olmaları ve NATO üyesi Norveç’in topraklarında Amerikan üslerine izin vermemesi nedeniyle kuzey ülkeleri bir yumuşama, bir tampon bölgesi görevini üstlenmişti. Fakat NATO üyeliği ve kuzey ülkeleri ile ABD arasındaki yeni savunma iş birliği anlaşmaları ile artık askeri bir çatışma riskiyle karşı karşıyayız.

 

ABD geleneksel olarak “çevreleme” düşüncesiyle hareket etti, Sovyetler Birliği ve sonrasında Rusya’yı genişlemeden önce “çevrelemek” istedi. Bir güvence hattı oluşturmak için kuvvetlerini düşmanın sınırına yakın konuşlandırdı, böylece saldırı durumunda daha büyük bir askeri gücü harekete geçirebilecekti. Ancak Norveç üzerine hazırlanan 2020 tarihli RAND raporunda (“NATO’nun Kuzey Cephesinde Caydırıcılığı ve Savunmayı Güçlendirmek”) da görüldüğü üzere ABD, Norveç ve NATO’ya “inandırıcı bir caydırıcılık” sağlamak adına füzeleri ve uçakları Rusya’nın derinliklerindeki hayati tesisleri vuracak şekilde ülkeye oldukça yakın konuşlandırmak istiyordu. RAND, böylece Rusya’yı Norveç’e saldırmaktan “caydırmış” olacaklardı, diye savunmuştu. Ama bu argüman, Rusya’nın topraklarını genişletmek istediği varsayımına dayanıyordu.

 

Ne var ki, bu sözde savunmacı “çevreleme” argümanı her zaman ABD’nin “geri püskürtme” stratejisiyle de desteklendi. Bu strateji, Sovyetler Birliği ya da Rusya’yı adım adım geri püskürtmeyi amaçlıyordu. Bu, 1950’lerde CIA Direktörü Allan Dulles’un politikasıydı. Ama aynı saldırgan “geri püskürtme” düşüncesi 1980’lerde CIA’in öncülü OSS’nin yöneticisi William Casey ve “Zafer Okulu” tarafından; 1990’larda ise neocon Amerikan yönetimi, Savunma Bakanı Dick Cheney ve Başkan George H.W. Bush’un ulusal güvenlik danışmanı Brent Scowcroft tarafından da benimsenmişti. Amaçları, ABD’yi “Almanya ile Rusya arasında, Orta Avrupa’ya yerleştirmek” hatta Sovyetler Birliği’nin içlerine dek ilerlemekti. Cheney, eski CIA Direktörü ve sonraki Savunma Bakanı Robert Gates’in sözleriyle, “Yalnızca Sovyetler Birliği’nin ve Rusya İmparatorluğu’nun değil, Rusya’nın da dağıtılmasını” istiyordu. Cheney, Rusya’yı Moskova’ya kadar püskürtmek istiyordu.

 

Amerikalı güvenlik analistleri “caydırıcılık”, “çevreleme” ve “geri püskürtme” kavramlarıyla düşünürken, Rusyalı analistler “tampon bölgeler” ve gerekirse “sert vurmak” şeklinde düşünüyorlar. Rusya’nın hayati çıkarlarını korumak için gerekli bir savunma derinliği elde etmeyi düşünüyorlar. Rusya’nın bu düşünce tarzı, 18. yüzyılda II. Charles ve 19. yüzyılda Napolyon’un saldırılarından 20. yüzyılda Nazi Almanya’sına kadar yüzyıllardır Rusya’ya yönelen Batı saldırılarının şekillendirdiği bir ürün. Tüm bu saldırılar püskürtülmüş olsa da İkinci Dünya Savaşı’nda 25 milyondan fazla Rus hayatını kaybetmişti. Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan’ın yer aldığı Soğuk Savaş dönemi Orta Avrupa’sı bizim anladığımız anlamda bir imparatorluğun parçası değildi. Daha ziyade, savaşın bir kez daha Rusya topraklarında yaşanmasını ve on milyonlarca Rusyalının hayatını kaybetmesini önlemek için kontrollü bir tampon bölge olarak anlaşılmalı. Bu kesinlikle Polonyalıların, Çeklerin ve Macarların tercihi değildi ve 1988’in sonlarından itibaren Başkan Mihail Gorbaçov, Varşova Paktı ülkelerini bağımsız devletlerden oluşan tarafsız bir tampon bölge ile değiştirmeye çalıştı ki bu, 1990-91’de tüm Batılı liderlerin de kabul ettiği bir şeydi. Eğer Moskova 350 bin askerini Doğu Almanya’dan çekerse, NATO’nun Orta Avrupa’ya ve hatta Doğu Almanya’ya doğru genişlemesi söz konusu olmayacaktı.

 

1992 yazında, meslektaşım Robert Bathurst ve Amerikalı askeri tarihçilerle birlikte Rusya’ya bir seyahat gerçekleştirmiştik. Katılımcıların neredeyse tamamı Amerikan istihbarat kurumlarından geliyordu. Robert, Eisenhower ile Hroşçov arasında tercümanlık yapmış, Washington-Moskova sıcak hattının sorumlusu olmuş, Moskova’da Amerikan ataşe yardımcısı ve Deniz Kuvvetleri Avrupa İstihbarat Şefi olarak görev yapmıştı. Leningrad/St.Petersburg’da (kent tam adını değiştirme aşamasındaydı) Sovyetler döneminde Leningrad Askeri Bölgesi Kurmay Başkanı Yardımcısı olan ve 1970’lerin sonu ile 1980’lerde olası bir ABD-Sovyet savaşında Kuzey Avrupa’ya yönelik askeri saldırı planlamasından sorumlu Vladimir Çeremnıh ile görüştük.

 

Kendisini, bir yıl boyunca (1981-82) Afganistan’daki Sovyet Kuvvetleri Başkomutanı olarak görev yaptığı ve 1970’lerin sonu ile 1980’lerin başı ve ortalarında Kuzey Avrupa’ya dair askeri planlamadan sorumlu olduğu dönemdeki deneyimlerini aktarması için Oslo’ya davet etmiştik. Seminerlere eski Norveç Savunma Bakanı General Fredrik Bull-Hansen ve istihbarat şefi Jan Ingebrigtsen de katıldı. Korgeneral Çeremnıh, Batı’nın Sovyetler Birliği’ne saldırması durumunda Leningrad, Petrozavodsk ve Kandalakşa’daki Sovyet kuvvetlerinin Finlandiya’yı ve muhtemelen İsveç’in en kuzey ucunu işgal edeceğini, Murmansk’taki kuvvetlerin ise Norveç’in kuzeydoğusundaki Finnmark bölgesini alacağını söyledi. Kuzey Norveç’teki Bodø ve diğer hava üsleri de vurulacaktı.

 

Çeremnıh’a ABD’nin İsveç hava üslerini kullanması durumunda ne olacağını sorduğumda, bu üslerin de vurulacağını ancak Rusların İsveç’i işgal etmeyeceğini söyledi. “İsveç’i almaya gerek yok,” demişti. Oysa o dönemde Sovyetlerin geleneksel hava saldırılarıyla bu üsleri etkisiz hale getiremeyeceğini biliyoruz. Böylesi saldırılar sürekli bombardımanı gerektirir, bu durumda da Rus uçak kayıpları kabul edilemez olurdu. Dolayısıyla büyük ihtimalle nükleer silahlar kullanılacaktı (2008’de eski İsveç Savunma Bakanı General Bengt Gustafsson, İsveç istihbarat teşkilatı MUST’un Kuzey Avrupa’ya yönelik Sovyet saldırı planlarına dair bir belgesi, Washington-Zürih merkezli “NATO ve Varşova Paktı Paralel Tarih Projesi” internet sitesinde yayımladı. Belge, General Çeremnıh ile bir görüşmeyi aktarıyordu, ancak sonradan ortaya çıktı ki o belgeyi ben kaleme almıştım. Belgeyi Oslo’daki İsveç askeri ataşesine vermiş, o da bunu bir MUST belgesi olarak sunmuştu. Aslında ben bu bilgileri 1995’teki bir kitabımda zaten yayımlamıştım).

 

İsveç Savunma Bakanı Sven Andersson (1957-1973), ABD ile Sovyetler tarafından saldırıya uğramadan önce savaşın ilk gününden itibaren Amerikan uçaklarının İsveç hava üslerini kullanmasına dair gizli bir anlaşma yapmıştı. Orta cephede bir savaş çıkması durumunda, Batı Almanya’daki Amerikan uçaklarının gidebileceği en iyi yer İsveç’ti. İsveç’in hava üsleri, muhtemel bir Sovyet saldırısından önce bile Amerikan uçaklarını kabul edecekti. Bunu bana Andersson’un yakın danışmanı Ingemar Engman aktarmıştı. 1993’teki bir konferansta eski ABD Savunma Bakanı James Schlesinger de bu durumu teyit etmişti. Kendisine İsveç’e dair anlayışını sorduğumda “İki İsveç”, yani “Çifte Devlet İsveç” tabirini kullanmış, “Askeri İsveç’in bizim en kısa zamanda gelmemizi planladığını” yani Sovyet saldırısından önce iktidara gelmemizi öngördüklerini söylemişti. “Siyasi İsveç” yani Başbakan Olof Palme (1969-1976 ve 1982-1986) ise bu politikayı kabul etmemişti. 1976’da göreve gelen yeni Başbakan Thorbjörn Fälldin’e, “savaşın ilk günü” Amerikan uçaklarının kabulü anlaşmasını devretmemişti. Palme, ABD'nin bir savaşın erken safhalarında İsveç üslerini kullanmasının, İsveç’i Sovyet füzelerinin ve hatta nükleer silahların hedefi haline getireceğini anlamış olmalıydı.

 

Rusya’nın düşüncesi ise iki tür tampon bölgeye dayanıyordu: Bir “iç kontrol bölgesi” ve Rusların Amerikan ya da Batılı güçlere müdahale edemeyeceği bir “dış kontrol bölgesi” (1962 Küba Füze Krizinde olduğu gibi, ABD ile Rusya arasındaki ilişkiler tersine dönmüştü. ABD, Sovyetlerin Küba’da füze bulundurma hakkını reddetmişti). Aslında bu, ABD’nin uçak gemilerini nasıl opere edeceğine dair düşüncesine paralel bir durum. Uçak gemileri, Amerikan donanmasının kendi yüzey gemilerini —örneğin iki kruvazör, iki muhrip ve bir firkateyn— kullanabileceği bir “deniz kontrol bölgesi” oluşturmalıydı. Bu bölgenin dışında ise, uçak gemisi muhrip grubunun denizaltılarının ve uçak gemisine bağlı uçakların diğer tarafa operasyon hakkı ve kabiliyetini reddedecekleri bir “deniz kontrol bölgesi” oluşturulmalıydı. Doktora tezimi 1980’lerde ABD’nin Denizcilik Stratejisi ve Kuzey Sulardaki Uçak Gemisi Muhrip Grupları kullanımına dair düşüncesi üzerine yazmıştım.

 

Rusya’nın askeri düşüncesi de aynı fikre dayanıyor: Bir “iç kontrol bölgesi” ve bir “dış kontrol bölgesi”. 1948 tarihli Finlandiya-Sovyet Dostluk, İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Anlaşması’na göre Finlandiya, bu durum Sovyetler Birliği’ni tehdit edeceği için Amerikan ve diğer Batılı güçlerin topraklarını veya hava sahasını kullanmalarına izin vermeyecekti. Çeremnıh şunu demişti: “Finlilerle bir anlaşmamız vardı ama biz onlara güvenmiyorduk”. Finlandiya ve Finnmark, Rusyalıların varlığını sürdürebilmek için kontrol etmesi gereken “iç bölgeye” dahildi. Ruslar ise Amerikalıların “dış bölgeden” (genel olarak İsveç ve Norveç) operasyon yürütmesine izin vermeyeceklerdi. Amerikan üslerini vuracaklardı. Rusya’nın planlamasının bugün de aynı olduğu varsayılabilir. Zira coğrafya değişmedi.

 

Rusya seçkinleri, yabancı toprakları fethetmek ya da başka halklara egemen olmaya hevesli değil. 1980’lerde Polonya ve Afganistan’daki ya da daha önceki yıllarda Çekoslavakya’daki deneyimler her şeyi açıkça gözler önüne seriyor. Bugünün Moskova’sındaki siyasi lider neslinin bilinci, barış zamanlarında başkalarının topraklarını kontrol etmenin kabul edilemez maliyetler olmadan mümkün olmadığı yönünde. Elbette, tıpkı bazı İsveçli subayların 17. yüzyıl İsveç’inin ihtişamını düşleyebileceği gibi, Büyük Rusya hayalleri kuran Rus subaylar da var. Fakat bunun pratikteki siyasetle hiçbir alakası yok. Rusya açısından Ukrayna’yı işgal etmek, bir ülkeyi fethetmek ya da bir halkı boyunduruk altına almak değil, Rusya devletinin varlığı tehdit edildiğinde bir tampon bölgeye sahip olmak söz konusu.

 

Peki ya Sovyetler sonrası ülkelerdeki Rus azınlıklar? Rusya ile bunlar “Rusya Dünyası” ya da “Russkiy Mir” olarak anılmaya başlamıştı. Rusya, ülke dışındaki bu Rusça konuşan bölgeler için özel bir sorumluluk hissetmiyor mu? Bir bakıma öyle ama Kiev’in 2014’ten bu yana Doğu Ukrayna’daki Rusça konuşan Donetsk ve Lugansk’ı bombalamasına, binlerce sivilin ölümüne yol açmasına ve “yeni cumhuriyetler” Donetsk ve Lugansk’ın Rusya’nın bir parçası olarak tanınma taleplerine rağmen, Vladimir Putin bu talepleri reddetmişti. Putin açısından “Rusya Dünyası” fikri, Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin devletlerin egemenliği iddiasına tabi kılınmıştı. Belki de Putin, Doğu Ukrayna’daki Rusça konuşanların, Batı Ukrayna’daki radikal milliyetçiler tarafından ezilen bir azınlık durumuna düşmesini de engellemek istedi. Kırım’ın durumu ise farklı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından önce, 1991’de Kırım nüfusunun yüzde 93’ü Ukrayna’ya değil Rusya’ya bağlı olmayı tercih etmişti ve Rusya, Sivastopol deniz üssünü de asla ABD’ye teslim etmeyecekti. Kırım’la alakalı sorun, 1991’de Boris Yeltsin’in gelecekteki bir savaşın risklerini sınırlamaktan ziyade Moskova’da iktidarı ele geçirmek ve Mihail Gorbaçov’u alt etmekle ilgilenmesiydi.

 

Vladimir Putin’in mevcut Sovyetler sonrası Rusya’yı kabulünün bir başka kanıtı da 2015 Minsk anlaşmalarından memnun olması. Bu anlaşmalar, “tarafsız bir Ukrayna” ve doğudaki Rusça konuşanların Rusça konuşabilme güvencelerini sağlamıştı. Ancak 2019’dan itibaren Ukrayna parlamentosunun NATO’ya katılacağını açıklaması (ki bu Minsk anlaşmasına aykırı) ve ardından Donetsk ile Lugansk sınırındaki kuvvetlerini artırması, oradan da Şubat 2022 ortalarından itibaren bir saldırı hazırlığı kapsamında Donetsk ve Lugansk kentlerini yoğun şekilde bombalamaya başlaması, Moskova tarafından bir savaş ilanı olarak algılandı. Mart 2022’de İstanbul’daki müzakerelerde Rusya, “tarafsız bir Ukrayna” talep etti, Ukrayna heyetinin başı David Arahamiya’nın deyimiyle "Aslında bu, [Ruslar için] kilit noktaydı. Geri kalanlar hava cıvaydı”. Zelenskiy’in heyetteki askeri danışmanı Aleksey Arestoviç, müzakereleri “bir başarı” olarak nitelendirmiş ve "Şampanya patlatıp kutladık. Tamamen başarılı müzakerelerdi,” demişti. Ancak İngiliz Başbakanı Boris Johnson Kiev’e giderek, Arahamiya’nın aktardığı üzere “Ruslarla hiçbir şey imzalamamalı ve sadece savaşmalıyız,” demiş, Kiev’e Rusya’dan hiçbir teklife onay vermemesini söylemişti. İngilizler müdahale etmeseydi bugün tarafsız bir Ukrayna olabilir ve yarım milyon Ukraynalının ölümüne yol açan savaşın devamından kaçınılabilirdi.

 

İşgalin ilk gününden itibaren kitle iletişim araçları, Rusya’nın Ukrayna’yı fethetmeyi hedeflediğini ancak başaramadığını savundu. Oysaki Batı’nın bir kılavuzuna göre bir işgal için en az 5 katı büyüklükte bir güç gerekli: Her 40 ila 50 kişiye bir asker düşmeli ve Rusya’nın deneyimine bakılacak olursa, neredeyse kesinlikle Rusların 10 kat daha büyük bir güç kullanacaklarını söylemek mümkün (1968 Çekoslavakya işgalinde olduğu gibi). Kısacası, Şubat 2022’de nispeten küçük bir güç kullanarak Rusya, Batı’ya Ukrayna’yı işgal etme niyetinde olmadığının sinyalini verdi. Arahamiya ve Arestoviç’in Mart-Nisan 2022’deki müzakerelerle ilgili yukarıdaki sözleri de bunu açıkça ortaya koydu. Rusya, yalnızca “tarafsız bir Ukrayna” istiyordu. Ülkeyi fethetme niyeti yoktu ama Batı’nın Ukrayna’da askeri varlığına kesinlikle izin vermeyecekti. Rusya’nın askeri müdahalesi toprak fethetmek değil, Ukrayna’nın Moskova'ya 500 kilometre mesafede bir Amerikan üssüne dönüşmesini önleme amacı taşıyordu. Rusya, Batı’nın ani saldırısı riskini azaltacak tarafsız bir bölge, bir tampon bölge istiyordu; zira böylesi bir saldırıyı savuşturmak Rusya açısından imkânsız olacaktı.

 

Vladimir Putin, 2000 yılında “Sovyetler Birliği’ni özlemeyenler kalpsizdir. Geri dönmesini isteyenler de beyinsizdir,” demişti. 24 Şubat 2022’deki işgal gününde ise şöyle konuşmuştu: “Yeni Sovyetler sonrası ülkelere her zaman saygı gösterdik [...] Rusya, bütün Sovyetler Sonrası devletlerin egemenliğine saygı duyuyor ve duymaya devam edecektir. [...] Ukrayna topraklarını işgal etmek planlarımız arasında yok”. Fakat Rusya, bugünkü Ukrayna topraklarından gelecek “[Batılı] bir tehdidi” kabul edemez. Büyük bir savaşta, Ukrayna’nın geniş kısımları “iç kontrol bölgesine” girecek, geri kalanlar ise rakip güçlerin konuşlanmasına izin verilmeyecek “dış kontrol bölgesinde” yer alacaktır. Rusya açısından mesele ne Rusya İmparatorluğu’nu ne de Sovyetler Birliği’ni yeniden kurmak, sadece ABD’nin askeri varlığına engel olacak bir tampon bölge garantisini sağlamaktır. Eğer bu müzakerelerle başarılamazsa, Rusya böyle bir tampon bölgeyi askeri güç kullanarak garanti altına almaya hazır.

 

Büyük bir Avrupa savaşında, Rusya’nın komşuları açısından sorun, “iç kontrol bölgesinde” mi yoksa “dış kontrol bölgesinde” mi yer alacakları meselesidir. Birinci grupta olanlar işgale maruz kalma riskiyle karşı karşıya. İkinci gruptakiler ise ABD ya da İngiliz hava kuvvetlerini kabul etmeleri durumunda hava üslerinin füzelerle vurulması tehlikesiyle yüzleşecekler. Ruslar mümkün olduğunca konvansiyonel silahlar kullanacak, ancak savaş bir kez nükleer eşiği aşmışsa büyük ihtimalle nükleer silahlar da devreye girecektir.

 

Rusya’nın büyük bir savaş için yaptığı planlara göre, ülke Finnmark’ın batısındaki İsveç ve Norveç’e kara kuvvetleriyle girmeyecek, ancak ABD’nin hava üsleri ve diğer önemli tesisleri hipersonik füzelerle vurulacaktır. Son yıllarda Rusya’nın füze teknolojisi hızla gelişti ve bugün hava savunma sistemlerimizin bu füzelerin birçoğunu indirmesi mümkün değil. ABD, Rusları “serüvenlere” girmekten “caydırmak” için uçak ve füzeleri Rusya topraklarına yakın konuşlandırmayı düşünürken, Ruslar Amerikalıların Rusya’ya saldırı planladığını ve böyle bir saldırıyı öncelikli olarak vurarak önlemeleri gerektiğini düşünüyorlar. Bu nedenle Amerikan uçak ve füzelerinin ileriye konuşlandırılması son derece istikrarsızlaştırıcı.

 

“İç bölgedeki” ülkeler için en önemli konu, bir savaşı önlemek adına yumuşamayı sağlamak. Finlandiya, 2023’ün nisan ayında NATO’ya üye olduktan sonra, Rusya bunun Finlandiya için “sonuçları olacağını” söylemişti. Yarım yıl sonra, Aralık 2023’te Vladimir Putin, Rusya’nın “Leningrad Askeri Bölgesini” yeniden kuracağını açıkladı. Soğuk Savaş sonrası lağvedilen bu askeri bölge, Finlandiya’nın kontrolünü sağlamakla görevliydi. Şimdi ise Finlandiya’nın NATO üyeliği nedeniyle, büyük bir savaşta Finlandiya’ya saldırmak üzere yeniden kurulacak. Rusya, ABD’nin askeri altyapısını vurmak, Finlandiya ve Finnmark’ı işgal etmek istiyor ve bunu, Finlere ne demek istediğini anlatmak için “Leningrad Askeri Bölgesi” adıyla yapıyor.

 

“Dış bölgedeki” ülkeler için de kendi güvenlikleri açısından yumuşamayı sağlamak ve ABD’nin Rusya’ya karşı kullanılabilecek füze ve uçak üsleri kurmasını engellemek önemli. Zira Amerikan üslerini içeren Savunma İşbirliği Anlaşması, kaçınılmaz olarak Rusya’nın önleyici saldırılarına zemin hazırlıyor. Bütün NATO ülkeleri İsveç’in üyeliğine onay verince, Rusya bunun İsveç için de sonuçları olacağını belirtti. Büyük ihtimalle Rusya, ABD’nin İsveç’teki en az 5 hava üssünü hedef alacak. Daha önce büyük bir savaşta Rusya’nın saldırısı dışında kalan İsveç, şimdi ABD’yi üslerine davet ederek kesinlikle erken safhalarda saldırıya maruz kalacaktır. Rusya’nın İsveç topraklarında değil, yalnızca Amerikan üslerinde gözü var. Hükümetin bu konudaki cehaletinin hayal gücümü aştığını itiraf etmeliyim.

 

Daha 1940’larda, Moskova’nın bir kriz durumunda ABD’nin Norveç’teki üsleri kullanarak Rusya’ya saldırmasını önleme riski, ABD ve diğer müttefiklerin Norveç’te üs bulundurma hakkını reddeden 1949 tarihli Soğuk Savaş üs politikasının sebebiydi. Oslo, Rusya’nın endişelerini gidermeyi ve böylece savaşın erken safhalarında Norveç topraklarına saldırma ihtimalini azaltmayı amaçlıyordu. Bu tarihten ders çıkarmamız ve Rusya’nın askeri düşüncesinin odak noktasını anlamaya çalışmamız gerekiyor. Soğuk Savaş döneminde Kuzey ülkelerinin politikası, bu bölgeyi düşük gerilim alanına dönüştürmeyi hedefliyordu. O dönem bu yaklaşımdan fayda gördük ve bugün de göreceğiz. Son yıllarda Kuzey Avrupa hükümetlerinin neden tam tersi bir politika izlediklerini anlamakta zorlanıyorum.

 

 

 

KAYNAK: https://emrekose.substack.com/

Özet
:
Emre Köse- RAND Corporation, pek çok örnek olayda da görüldüğü üzere, Amerikan dış politikasını fiilen yazan güçlü bir think-tank kuruluşu. Kurum, 2019 yılında “Rusya’yı genişletmek, avantajlı zeminden rekabet” başlıklı bir çalışma yayımladı ve bu çalışmada, ABD’nin Rusya’yı nasıl zorlayabileceği ve zayıflatabileceği toplam 354 sayfa boyunca detaylı biçimde sıralandı. Son yıllarda yaşanan hadiseler, RAND’ın “önerdiği” neredeyse her şeyin uygulandığını gösteriyor.
Resim
Türkçe
X