Suriye'deki gelişmelerde Türkiye etkisi
Lübnan'da yayınlanan Al-Akhbar gazetesi yazarlarından İbrahim El-Emin'in Suriye'deki gelişmelere Türkiye'nin etkisi üzerine kaleme aldığı yazıyı Emre Köse'nin tercümesi ile okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz.
Kimse Suriye’deki son gelişmelerin şokunu atlatabilmiş değil. Türkiye, Rusya ve İran'ın rejime doğrudan askeri destek vermemesi konusundaki mutabakatla savaşa müdahil olurken, sahada Türk istihbaratının yönlendirdiği operasyonlar belirleyici oldu. Bu dönemde silahlı muhalif grupların askeri başarısı, Beşar Esad hükümetinin hızla çökmesine neden olurken, yeni bir idari yapı kurulması sorununu gündeme getirdi. Esad sonrası yönetim kargaşası ve muhalefet gruplarının kanlı bıçaklı olması, fazlaca tekrarlanan “geçiş sürecinin” başlamasına olanak tanımıyor. Şam’ın kontrolü HTŞ destekli grupların eline geçse de sürdürülebilir bir yönetim sistemi kurulamadı. Bu gidişle, çabucak kurulacağa da benzemiyor.
Suriye’nin 7 Ekim’i [1]
İbrahim el-Emin, Al-Akhbar
Suriye’de yaşananlar, çoğu insanı ve hatta pek çok ülkeyi ve hükümeti şaşkına çevirdi. Zamanla, 27 Kasım’da başlatılan saldırının, silahlı grupların kendileri için bile beklenmedik sonuçlar doğurduğu anlaşıldı. Bu grupların milisleri, Halep ve güney kırsalını bir günden kısa bir sürede ele geçirerek ilk hamlede büyük bir başarı sağladı. Bu gelişme, sonrasında gelen tüm siyasi adımları derinden etkiledi.
Doha’da, Astana+ anlaşması çerçevesinde bir araya gelen taraflar, bu yeni gerçekliklerle yüzleşmek zorunda kaldı. Savaşın durdurulması önerisi tartışılırken, Türkler ilk etapta bir ilke kabul ettirerek Rusya ve İran’ın rejim güçlerine doğrudan askeri destek vermemesi konusunda mutabakat sağladı. Buna karşılık Türkiye de aynı şekilde hareket edecekti. Fakat, sahadaki gerçekler Türklerin doğrudan müdahale etmesini gerektirmiyordu; topçu ya da hava desteği bile sağlamalarına ihtiyaç kalmamıştı. Öte yandan, Ruslar ve İranlılar Beşar Esad’a aktif olarak savaşın içinde olmayacaklarını bildirdiklerinde, Esad yenilginin kaçınılmaz olduğunu fark etti.
Esad’ın durumu toparlama girişimleri başarısız oldu, zira savaş gücü büyük ölçüde Rusya ve İran’ın doğrudan desteğine dayanıyordu. Hizbullah askerlerinin Suriye’ye gitmesi gündeme geldiğinde, Hizbullah da dahil olmak üzere herkes bu güçlerin yalnızca belirli çıkarları korumak ve hedef alınan şehirlerden sivillerin kaçmasına yardımcı olmak amacıyla orada bulunacağını biliyordu. Hizbullah liderliği, ilk andan itibaren başka bir taraf adına savaşamayacaklarını ve Suriye ordusunun savaşmaya hazır olmadığını açıkça belirtti. Bu durum, askeri operasyonların hızlanmasına ve nihayetinde mevcut gelinen noktaya yol açtı.
Olaylardan aylar öncesine dönecek olursak, silahlı grupların Astana anlaşmasını ihlal ederek rejim tarafından ele geçirilen bölgeleri geri almayı hedefledikleri geniş çaplı bir operasyon hazırlığında olduğu söylenebilir. Haziran ayında, bu grupların liderleri, Türkiye’nin Kürtlere karşı büyük bir askeri operasyon planladığını ve bu operasyonun Kürtlerin bağımsızlık hazırlıklarını engellemeyi amaçladığını dile getirdi. Silahlı gruplar, Ankara’nın Halep üzerindeki planlarını desteklemesi karşılığında bu operasyona yardım etmeye hazır olduklarını belirttiler.
İsrail’in Lübnan ve Gazze’ye yönelik saldırılarının yoğunlaştığı bu dönemde, Türk yetkililer İsrail’in Suriye topraklarında daha fazla nüfuz kazanmasından endişe ettiklerini ifade etti. Bir Türk yetkilisi, “İsrail’in Beyrut’a ulaşamayacağından eminiz, ancak Şam’a yönelmesi çok daha kolay,” diyerek durumu özetledi.
O dönemde, bazılarının erişim sağladığı mesajlarda, Türkiye’nin İsrail’in Amerikan desteğiyle Suriye’de geniş bir nüfuz paylaşımı planladığına dair endişelerini dile getirdiği görülüyordu. Bu plana göre, İsrail; Deraa, Kuneytra ve Süveyda bölgelerinde hakimiyet kuracak, Kürtler ise Fırat etrafında bir devlet oluşturacak, Suriye rejimi ise geriye kalan bölgelerle sınırlandırılacaktı. Türkiye ise İdlib ve Halep’in kuzeybatısında sıkıştırılmış bir konumda bırakılacaktı.
Ankara, bu tür bir senaryoyu bütünüyle reddetti. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Esad ile acil bir uzlaşma sağlanması için arabuluculara gönderdiği mesajlarda, Esad’ı sevmediğini ve onu devirmeyi denediğini ama şu anda bir anlaşmanın Türkiye’nin çıkarına olduğunu açıkça ifade etti. Erdoğan, bu teklifi iktisadi teşviklerle süsleyerek “Büyük Halep” bölgesini geniş bir serbest sanayi bölgesine dönüştürmeyi önerdi. Böylelikle Türkiye, Suriye’ye dönük yaptırımları ve ambargoları aşmayı hedefliyordu. Ancak, Türkiye’nin bu teklifine karşılık, Esad’dan muhalefetin devlet yönetiminde yer almasına imkân tanıyacak siyasi reformlar yapması talep edildi.
Zamanla Beşar Esad, Türkiye’nin tekliflerini daha katı bir şekilde reddetmeye başladı. Esad'ın temel şartı, Türkiye’nin Suriye topraklarından çekilme takvimini açıklamasıydı. Her ne kadar Esad’ın müttefiklerinden birçoğu Erdoğan’a güvenmese de Esad’ın Türkiye ile zorunlu bir anlaşmadan kaçınmak için Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’la iki yıldır üzerinde çalıştığı bir stratejisi olduğu aşikardı. Bu strateji, İran liderliğindeki eksenden aceleci bir şekilde ayrılmadan, Arap ve uluslararası bir güvenlik ağı oluşturmayı hedefliyordu.
Esad, özellikle Abu Dabi’nin, ABD ve bazı Avrupalı güçlerle arasındaki sorunları çözebileceğine inanıyordu. Ayrıca, Direniş Ekseni’nden çıkmayı kabul etmesi durumunda iktisadi teşvikler sunulacağına dair vaatler alıyordu. Esad’a yakın bir kaynak, onun, silahlı grupların saldırısını durduracak büyük bir gelişmenin gerçekleşmesini umduğunu ve “Araplar ve uluslararası toplumun,” İslamcıların yerine Esad’ın iktidarda kalmasını tercih ettiğini düşündüğünü ifade etti.
Silahlı gruplar, Halep’teki savaşın hızlı bir şekilde sonuçlanmasını ve ardından Hama’nın kuzeyine yönelmeyi planlıyordu. Burada büyük bir savaşın yaşanacağı öngörülüyordu. Eylül ayında, muhalefet liderlerinin bir kısmı, operasyonlarını “Suriye’nin 7 Ekim’i” olarak nitelendirdi ve bu söylem, sahadaki hazırlıklara da yansıdı. Türkiye, Heyet Tahrir eş-Şam ile Milli Ordu arasında operasyonel koordinasyonu sağlamak için büyük çaba sarf etti. Ancak, özellikle Ürdün kontrolündeki, BAE ve Suudi Arabistan tarafından finanse edilen güneydeki grupların operasyonları baltalayabileceğinden endişe ediliyordu.
Hama’ya ulaşıldığında, muhalif liderler, operasyonun ilk aşamasının başarılı olduğunu ve Esad’ın daha önce reddettiği müzakerelere çekilebileceğini savundu. Muhalifler, Türkiye’ye “gerilimi artırma, anlaşma sağlama” stratejisine bağlı kalacaklarına dair teminat verdi. Fakat sahadaki gelişmeler, muhaliflerin askeri planlarını değiştirmelerine neden oldu. Zira, muhalifler Suriye’nin tamamını kontrol edebilecek kadar askeri güce sahip değildi ve temel güçleri Halep’e yoğunlaşmıştı. Rejim güçlerinin ani çöküşü, muhalifleri bu birliklerini güneye kaydırmaya zorladı. Örneğin, Humus düştüğünde Halep, askeri varlık açısından neredeyse tahliye edilmiş durumdaydı.
Türkiye’nin rolü, bu süreçte “destekleyici” olmaktan çıkıp “doğrudan yöneten” bir konuma evrildi. Ankara, Esad rejiminin bu denli hızlı çökmesini beklemiyordu. Türk istihbaratı, Rusya ve İran’ın savaş bölgelerinden uzaklaştığını gözlemlerken, rejim subaylarını silah bırakmaya teşvik etmek için yoğun bir çaba harcıyordu. Bazı subaylara ve ailelerine, Suriye içinde ya da dışında güvende olacakları yerlere taşınmaları için kolaylıklar sağlandı. Bu kaçışlara yönelik geniş çaplı bir takibat yapılmadı.
Aynı dönemde, “bilinmeyen taraflar” askeri ve güvenlik merkezlerine hızla ulaşıp belgeleri ve evrakları toplamaya başladılar. Bu, rejim güçlerinin organizasyonunu tamamen çökertme çabalarının bir parçasıydı.
Bu esnada Ankara hızlıca planlarını gözden geçirip sahnenin yönetimine tamamen dahil olmaya başlamıştı. Bu durum, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ı bir süreliğine diplomatik görevini bir kenara bırakıp yeniden Türk istihbaratının başındaki eski rolüne bürünmeye itti. Yanında şu anki istihbarat başkanı İbrahim Kalın oturuyordu. Fidan’ın, güvenlik, siyasi ve diplomatik irtibatı yönetmesi oldukça kolaydı. Zira Türkiye’de bulunan Suriyeli muhalefet liderlerinin çoğu üzerinde büyük bir kişisel nüfuzu vardı ve sahadaki pek çok liderle doğrudan tanışıklığı bulunuyordu. Bölgedeki mevkidaşları, Fidan’ın HTŞ liderinin dönüşüm sürecini bizzat yönettiğini, onu Ebu Muhammed el-Colani aşamasından Ahmed eş-Şaraa aşamasına taşıdığını ifade ediyor. Bu kişiler ayrıca, “Fidan, eş-Şaraa’nın sakalını yeniden uzatmasına asla izin vermemeye özen gösterdi,” diye ekliyor. Sahadaki silahlı grupların davranışları ise Türk tarafıyla tam koordinasyon içinde dikkatlice planlanmıştı. Bu bağlamda, Suriyeli muhalefet güçleri arasında bazıları açıkça, tüm Suriye üzerindeki kontrolün kanlı bir savaşla sağlanamayacağını ve büyük bedeller gerektirse bile uzlaşıların kan dökülmesini önlemek adına gerekli olduğunu ifade ediyordu.
Sonuçta olan oldu. Ancak bir rejimi ya da yönetimi taviz vermeye zorlamak için savaşmaya hazır olmak başka bir şey, bir anda kendinizi ülkeyi tek başınıza yönetme sorumluluğuyla karşı karşıya bulmak başka bir şey. Bu durum, Esad’ın Şam’dan ayrılmasının ardından geçen ilk saatlerdeki karışıklıkta açıkça görüldü. Kuzeyden gelen güçlerin önceliği, önce güneydeki grupların Şam’ı ele geçirmesini engellemek, ardından onları başkentin güney kırsalının ötesine sürmekti. Bu aşama aşama gerçekleşti. Şam ve civarından daha önce İdlib’e giden muhalifler ise, HTŞ tarafından yoğun bir disiplin altına alınmıştı ve bu güçler içerisinde sıkıştırılmışlardı. Bu kişiler, bağımsız yapılar oluşturmak için nefes alma fırsatı bulamadan sürekli baskı altında tutuldu. Sonuçta eş-Şaraa’nın güçlerinin Suriye başkentini ve tüm altyapısını neredeyse tamamen kontrol altına almasıyla bu durum netleşti. Buna rağmen en büyük baskı, bu dönemde devletin yönetimini kimin devralacağı konusunda yaşandı. Bu tartışma, sadece iktidara gelen muhalefet güçleriyle sınırlı kalmadı; yakın ve uzak ülkeler de bu konuda söz sahibi olduklarını hissettiler.
Suriye bugün hâlâ geçiş döneminin ilk günlerinde ve henüz gerçek bir geçiş sürecinde değil. Yeni yönetim tabanını oluşturan güçler arasında geçiş sürecinin çerçevesi üzerinde mutabakata varılmadan önce birkaç hafta daha geçmesi gerekecek. Özellikle eş-Şaraa’nın muhalifleri, onun her şeyi kontrol altına almasından çekinirken, kitleleri arkasında toplamak konusunda yetersiz kalıyorlar. Öte yandan, dünya başkentlerine dağılmış olan muhalifler arasında hiçbir koordinasyon bulunmuyor ve bu muhaliflerin hepsi henüz Suriye’ye dönmüş değil. Sokaktaki halk ise sezgileri doğrultusunda hareket ederek sahadaki en güçlü adamın arkasında toplanıyor.
KAYNAK: 1.https://emrekose.substack.com/