İLKELİ DURUŞ VE REEL POLİTİK-1
3 Bölümden oluşan makalenin ilk bölümünde kamuoyunda İran'ın İsrail'e vereceği karşılık beklenirken İran dahil İslam dünyasının İsrail'e karşı askeri olarak ne yapabilip ne yapamayacağı irdeleniyor. Makalenin 2. Bölümünde küresel süper güçler ve bu güçlerle Müslümanların ilişki biçimlerini, yine hem 2. hem de 3.Bölümde ilkeli duruş ile reel politiğin şartları birbiri ile çeliştiği ortamlarda nasıl davranılması veya nasıl bakılması gerektiği ile ilgili analizler ve örneklemeler yer alıyor.
Makalenin ilk bölümünü okuyucularımızın dikkatine arz ederiz:
İLKELİ DURUŞ VE REEL POLİTİK-1
Naci HANPOLAT
Dünya üzerinde Müslümanların küresel anlamda hakkını hukukunu savunabilecek ve gereğinde fiili olarak müdahale edebilecek bugünün ABD, Çin veya Rusya'sı gibi bir süper güç olmadığından farklı coğrafyalarda Müslüman topluluklar çeşitli güçlerce baskı altında tutuluyorlar. Bunun en can yakıcı örneğini ise 11 aydır İsrail'in devam edegelen Gazze saldırısında görüyoruz.
Dünyanın gözü önünde daracık bir coğrafyaya hapsolmuş 2,5 milyon insan, zaten bir açık hava hapishanesi şartlarında yaşıyorlarken 11 aydır durmaksızın acımasız bir bombardımana maruz kalıyorlar. Her gün ekranlardan kafası kopmuş çocuklar, uzuvlarının her biri bir yere dağılmış aileler veya atılan bombanın kavurucu sıcaklığında vücudu tamamen yok olmuş vakalar izliyoruz.
İsrail ABD tarafından verilen ve yüzlerce insanı öldürebilen 1-2 tonluk bombaları kendisine göre şüpheli olduğunu düşündüğü bir kişinin orada bulunma ihtimalini gerekçe göstererek içinde çoğunlukla kadın ve çocukların olduğu mekanlara her gün tüm dünyanın gözleri önünde tekrar tekrar atmaktan çekinmiyor.
İsrail’in arkasında duran ABD ve müttefikleri de ya bu soykırım saldırılarını hepten görmezden gelip yok sayıyorlar ve ısrarla “İsrail'in kendini savunma hakkı”’na vurgu yapıyorlar veya bazen 'şiddetli' bazen de alelade bir kınama mesajı ile yaşanan mezalimi geçiştiriyorlar. Daha geçenlerde ABD hükümeti basın sözcüsü “İsrail’in sivilleri hedef aldığı konusunda yeterli delile sahip değiliz” demekten ar etmedi.
İsrail'in karşısında ona 'DUR' dediğinde durmak zorunda kalacağı kimse olmayınca kınama mesajları veya temenni ifade eden mesajlarla bir sonuç elde edilemeyeceği aşikâr.
İsrail'e karşı fiili bir duruş sergileyen ve az ya da çok İsrail'in canını acıtacak eylemlerde bulunan Hamas, Hizbullah ve Ensarullah başta olmak üzere İran'ın başat rol oynadığı direniş cephesinin de yapabilecekleri sınırlı.
Canını dişine takarak varoluş mücadelesi veren ve Gazze direnişi ile savaş tarihinde çoktan yerini alan Hamas, dünyadaki en büyük devlet dışı silahlı organizasyon sıfatına haiz Hizbullah -ki Gazze savaşının başından bu yana kademeli bir şekilde İsrail'e saldırılarıyla hem İsrail'in kuzey bölgesini yaşanmaz hale getirdi hem de İsrail savaş makinesini meşgul ederek işlerini zorlaştırdı-, Kızıldeniz'i İsrail'e mal taşıyan gemilere kapatan ve büyük saldırılara maruz kaldığı halde zaman zaman İsrail'i füze salvoları ile hedef alan Yemen Ensarullah'ı gibi direniş cephesi bileşenleri İsrail'e ancak görece bir zarar verebiliyorlar.
İsrail'i can evinden vuracak, işlemekte olduğu suçları bir daha işleyemez hale getirebilecek bir etkili darbeyi kimse İsrail'e vuramıyor.
Şam'daki elçiliği İsrail'in bir hava saldırısı ile hedef alınıp 7 önemli yetkilisini şehit veren, ondan önce de sonra da kendisine doğrudan bağlı birimler gerek Şam'da gerekse Irak'ta defalarca İsrail tarafından hedef alınan ve en son kendi evinde hem de yeni Cumhurbaşkanı'nın yemin töreninde Hamas lideri İsmail Heniyye'nin şehit edilebildiği İran'ın İsrail'e vermesi beklenen karşılık ne olursa olsun İsrail'i yapageldiği suçları işlemekten vazgeçirecek düzeyde bir karşılık olmayacaktır. Çünkü ne İran ne de başka bir İslam Ülkesi bu anlamda İsrail'i ve arkasında duran ülkeleri gerçekten caydırabilecek bir güce sahip değillerdir.
İsrail de bu durumun farkında olduğu için ısrarla İran’ı ve Hizbullah’ı denklemin içine çekip süreci bir bölgesel savaşa evirmeyi ve böylece arkasına alacağı ABD ve diğer müttefik ülke destekleriyle İran’ı denklem dışı bırakmayı planlıyor.
ABD görünürde bu plana karşı, muhtemelen bu tarz bir savaşın ucunun nereye kadar uzanabileceğinden ve sürecin kontrol dışına çıkıp bölgenin Amerika’nın halihazırda memnun olduğu statükosunun kendi aleyhine değişeceğinden endişe ediyor.
Biden hükümeti her ne kadar böyle bir savaşı şu an istemese de İsrail ile ABD’deki derin ilişkileri böyle bir savaşa ABD’yi sürükleme imkân ve kabiliyetine sahip.
Gerek İran gerekse de Hizbullah sürecin bölgesel bir savaşa evrilebileceği bir denklemden haklı olarak uzak duruyorlar çünkü bunun için henüz hazır değiller. Bölgesel bir savaştan İsrail’in yenik çıkabilmesi için şartlar henüz yeterince olgunlaşmamışken böylesi bir çatışma bölge halkları için yeni bir 73 Yom Kippur travması yaratabilir.
İran ve direniş cephesinin durumu bu iken Türkiye’de son dönemlerde İsrail’e fiili bir müdahalede bulunmayla ilgili en yetkili ağızlardan bazı sözler işitiyoruz. Sayın Bahçeli’nin bazen açık bazen kapalı dile getirdiği bu konuyu en son Sayın Cumhurbaşkanı da ifade edince acaba böyle bir ihtimal var mı diye kamuoyunda bir merak uyandı. Burada 2010 yılında yaşanan Mavi Marmara hadisesini hatırlamakta fayda var.
31 Mayıs 2010 günü İsrail ordusu, Mavi Marmara’ya daha gemi uluslararası sularda iken saldırdığında İsrail'e fiili bir karşılık verme ile ilgili bir gündem hiç oluşmadığı gibi böyle bir ihtimal kimselerin aklından bile geçmedi. Malum bu saldırıda 10 aktivist şehit edildi, 60'a yakın kişi ki çoğu ateşli silahla vurularak yaralandı, gemi İsrail sularına çekildi ve yüzlerce aktivist günlerce rehin tutuldular, sorgulandılar, aşağılandılar. Türkiye'nin tazminat talebi ve İsrail'den özür talebi yanında en başat talebi Gazze'ye ablukanın kaldırılması idi ama bunlardan sadece özür maddesi o da şeklen Obama'nın araya girmesi ile gerçekleştirilebildi. Ne ailelere bir ödeme yapıldı ne de Gazze'ye abluka kalktı.
“O günün Türkiye’si ayrı bugünün Türkiye’si ayrı, bugün olsa bu yaptığı İsrail’in yanına kalmazdı” diyen sesler duyar gibiyiz. Acı ama gerçek olan şey şu ki bugünün Türkiye’si de 2010’da ki Türkiye’de İsrail’e fiili bir karşılık verebilecek durumda değil.
Bu, Türkiye İsrail'e karşılık vermek istemezdi anlamına gelmiyor. Türkiye, İsrail'in canını onların bizlerin canını yaktığı gibi yakmak istemez miydi acaba?
Elbette isterdi, istiyor. Öyle inanıyorum ki bunu Türkiye'de belki de herkesten çok o dönem Başbakan olan Sayın Erdoğan da istiyordu ama yapamadı, yapamazdı, bugün de yapamaz.
80 yıla yakın bir süredir NATO üyesi olan, ordusu NATO'ya göre organize edilmiş, askeri kadroları bu zihniyet içinde yetiştirilmiş ve ideoloji olarak Siyonizm'le aslında bir sorunu olmayan Kemalist ideolojiyi esas alan bir ordu ve sistem ile Erdoğan'ın zaten yapmakta olduğundan fazla yapabileceği bir şey yoktu, yok ki Cumhurbaşkanı ilgili konuşmasının sonunda aslında bu mesajı da veriyor: “Bunu yapabilmek için çok çalışmalıyız, güçlü olmalıyız.”
Kaldı ki Türkiye halkının ne kadar konuya duyarlı olduğuna da bakmakta fayda var. Gerçek bir savaş veya ciddi bir kısmi veya genel çatışma ihtimali durumunda Türkiye halkının muhtemelen en az 1/4'inin 'bize ne bu savaştan’ diyebileceği bir kamuoyu var. Bu muhalif kamuoyu nicelik olarak her ne kadar 1/4 ise de kendisini etki ve nitelik bakımından en az geriye kalan 3/4'le boy ölçüşebilecek bir durumda görüyor ve gösteriyor. Türkiye’de hal böyle iken Erdoğan veya bir başkasının böyle ülkenin rotasını değiştirme anlamına gelecek bir adım atmadan önce herhalde düşünmesi gerekecek çok fazla parametre olacaktır.
Mevcut şartlarda İsrail’e karşı yapılabilecek en doğru ve sonuç getirici saldırılar, başta Hamas olmak üzere halihazırda İran ve direniş cephesi adı verilen bileşenlerin yapageldikleri faaliyetleri daha da derinleştirmek ve bu faaliyetlere ve direnişe daha fazla ülkenin katkı vermesini sağlamaktır. Bu tür faaliyetler İsrail’i sürekli teyakkuzda tutup vatandaşlarının huzur içinde yaşamalarına fırsat vermeyecektir.
Mücadelenin istihbarat boyutunun çok eksik kaldığı ve İsrail’in istihbari alanda çok daha başarılı olduğu anlaşılıyor. Şu ana kadar İsrail’de tek bir üst düzey devlet yetkilisi, bakan veya bir general hedef alınamadı. İsrail devletinin hayati birimlerine, organlarına da bir zarar verilemedi. Bu da direnişin İsrail içinde istihbarat alanında başarısız olduğunu gösteriyor. Bu konuda belli ki kardeş organizasyonlar arasında bencilliğe ve rekabete değil bilakis yardımlaşma ve dayanışmaya ihtiyaç var.
Buna paralel olarak gelmesi kaçınılmaz olan büyük bölgesel veya belki de küresel savaşa hazırlık için Şiisiyle Sünnisiyle tüm onur ve izzet sahibi İslami güçlerin, kişi-grup-cemaat ve devletlerin gece gündüz dur durak bilmeden çalışıp ‘düşmanlarının sahip oldukları silahlara sahip olmaya’ çabalamaları günün farz-ı ayn’ıdır.
Enfal, 60:
“Onlara karşı, gücünüz yettiği kadar kuvvet toplayın, Müslümanca yaşamanız için en etkili ve üstün silah gücüne sahip olun. Sözgelimi, güçlü süvari birlikleri oluşturmak üzere savaş atları ve elinizdeki imkân ve içinde bulunduğumuz şartlara göre gerekli olan her şeyi hazırlayın ki, böylece hem Allah’ın düşmanı, hem de sizin düşmanınız olan insanları ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, fakat Allah’ın bildiği ve gelecekte Müslümanların başına belâ olabilecek kimseleri korkutup savaştan caydırabilesiniz. Fakat bunu gerçekleştirmek için, tüm malınız ve canınızı ortaya koymanız gerekiyor. Unutmayın ki, Allah yolunda her ne harcarsanız, size karşılığı eksiksiz ödenecek ve asla haksızlığa uğratılmayacaksınız.” (Mahmut Kısa Meali)
DEVAM EDECEK...